Ufuk Uras: Değerler mi, Çıkarlar mı?

AKP’nin yerli ve milli güç olarak yedi düvelle mücadele ediyoruz iddiasının kamuoyumuzda yeterince alıcısı var ki herhalde, kendini referandum sürecinde de konsolide edeceğini düşünüyor. İrlanda atasözüdür: “Herkese kendi gazı güzel gelirmiş.”

Çok parçalı bir coğrafyayı homojenleştirme girişiminin adıdır yerlilik ve millilik eksenine yönelme. Erdoğan, yerli ve milli olmayı “teröre karşı tek vücut olmak” olarak tanımlamıştı. Oysa yerlilik, kendine has olma ve millilik de milliyete ait olma hali diye bilinir.

Yerliliğin tanımını sabitlemek yerine çoğul bir yerlilik tanımında anlaşabilmek önemli. Bir değişmez “öz” arayışı ve yukarıdan bu özün tanımlanmasından çok, bu izafe edilen özlerin çoğulculuğunu demokrasi içinde sağlamak daha anlamlı değil mi? Çok anlamlılık yerine tek anlamlılık, her şeyi anlamsız kılmıyor mu? Yerli ve milli birbirini hali hazırda tamamlıyor, etimolojik olarak da “native” ile “nation”ın ortaklığı var. Siyasette ise tatsız tuzsuz bir otoriterleşme ve sağa sola celallenmeden başka bir şey değil. Yerli olmasa da kadim bir söz gerçekleşebilir: “Kötülerin zafer narası kısa olur.” (Eski Ahit, Bab 20). Bu tamamıyla bizim mücadelemize ve ne ölçüde siyasi hattımızı cumhurla buluşturacağımıza bağlı.

Soru bellidir: Anayasayı şekillendirirken yurttaş merkezli mi, etnik ve mezhep merkezli bir siyaseti mi esas alacağız? Peki, yerelle evrensel çeliştiğinde ne yapacağız? İnsan hak ve özgürlükleriyle milli devletin çıkarı çeliştiğinde tercihimizi hangi doğrultuda yaptığımız, demokrat bir vatandaş olup olmadığımızı ortaya koyacak.

Hegemonik parti, merkezi örgütleyebilen partiyse ve ideolojik ve baskıcı devlet aygıtlarını pozitivist siyasetin yaptığı gibi ayrı kompartımanlara hapsetmeden içiçeliğini görebiliyorsak ve şiddeti de rasyonalize eden bir AKP gerçeği ile karşı karşıyaysak, bu durumda ne önererek bu hegemonyayı dağıtacağız? Ortadoğu’daki savaşa taraf olarak, OHAL’le Türkiye’yi savaşın arka bahçesine, dikensiz de değil, talan edilmiş bir gül bahçesine çevirdiler. Referanduma doğru başkanlık rejimi konusunda Gülenci kadrolardan eksilen desteği, MHP ve Ergenekon artıklarıyla tamamladı AKP.

Siyasi kumar bilinmeze bel bağlamaktır. Anketler referandumu kararsızların belirleyeceğini ortaya koyuyor. Kararsızların ağırlıklı olarak sağ cenahtan olması dilimizin ayarını önemli kılıyor. Firavun sistemi ve kulun kula kul olmasının sakıncalarını iyi vurgulamak gerekiyor.
Toplumun sağduyusuna seslenmekte fayda var. Ahali Erdoğan’dan nefret edenlerle, âşık olanlar arasında bölünmüşse, meseleyi kişiselleştirmek sadece oy kaybına neden olur. Toplumda doğru ya da yanlış giden her şeyden bir kişiyi sorumlu tuttuğunuzda, sistem de size müteşekkir oluyor. Erdoğan da zaten kişisel nedenlerle Suriye ve Irak’ta değil.
Siyasette mevcudu savunmak durumuna düşmek rakibimizin başarısıdır. Bu tuzaktan çıkmanın yolu demokratik cumhuriyet şiarına ve başka bir yaşam özlemine vurgudan geçiyor.

Bugüne kadar 12 Eylül anayasasında demokratikleşmeyi sağlayan her adımı destekledik. Bugün ise ucube diyebileceğimiz bir parti devleti örgütlenmesi modeli karşısında, dibacesi de dâhil olmak üzere, 12 Eylül anayasasından kopuşu sağlayacak bir demokratikleşme perspektifini savunmak önem taşıyor. Ortadaki vaka bir anayasa değişikliğinden çok, genetiği değiştirilmiş bir 12 Eylül anayasasında ısrardan başka bir şey değil. Yetkilerin bir elde ve merkezde toplanması değil, dağıtılması ve devlet merkezli değil, yurttaş merkezli bir anayasa gerekiyor. Erdoğan bu referandumda devletin bütün imkânlarını arkasına alarak bu hesaplaşmada taraf oluyor. Üstelik OHAL zulmü içinde bir referandumun adil olmadığı da ortada. “Baldıran zehrini içmedim, o zaman içireyim bari” siyasetiyle karşı karşıyayız.

15 Temmuz darbecileri başarılı olsaydı yapacakları her şeyi tekrar ederek darbelere karşı başarılı olabilmek söz konusu değil. Çöken merkez, demokratik değerlerden çok aleni çıkarlar üzerinden inşa ediliyor.

Başkanlık sistemini tercih edenler, modellerinin ABD’deki örneğinden neden sapma halinde olduklarını açıklayamıyorlar. Kaldı ki ABD örneği bile Trump faciasıyla çok kolay hesaplaşamıyor. Astana görüşmelerindeyse Türkiye tarafı, Suriye anayasası tartışmasında “bütün yetkilerin bir elde toplanmasına” itiraz edebiliyor. “Dün dündür, bugün bugündür”den sonra “Suriye Suriye’dir, Türkiye de Türkiye” safhasına gelmiş olduk.
Türkiye, dünyada yürütmenin denetlenmesi endeksinde 95. sırada bulunuyor ve hâlâ bu konuda reformlara karşı büyük bir direnç var. Ceberut devlet mi, demokratik devlet mi geleceğimizi belirleyecek sorusuna verilen yanıtta saklı her şey. Fiili egemenliğe yasal kılıf bulmak, birilerinin kişisel ihtiyaçlarını giderse de, toplumun ihtiyaçlarını karşılamıyor.
AKP, siyasi krizi de kendine göre tarif ediyor. “Çift başlılık” krizi dedikleri aslında partinin dümeni kimde olacak meselesi ve bu iç konu toplumun meselesi değil. Asıl kriz toplumun taleplerini devletin potansiyelinin karşılayamamasında ve devletin, egemenliğini paylaşmaya yanaşmamasında yatıyor. Demokrasi ise egemenliğin paylaşılmasından başka bir şey değil. Kararları kimin vereceğinin yanı sıra kararların nasıl alınacağının belirlenmesi bizi demokrasi değerleriyle buluşturuyor. Toplumu kutuplaştırmayı şiar edinenler nasıl olur da bütün kutupların başkanı olurlar? Hızlı ve etkin karar almasıyla tanınan Enver-Talat diktatörlüğünün toplumun başına ne belalar ördüğü bütün acısıyla hafızalarımızda yatıyor.
Parlamenter sistemin ıslahı konusunda adım atılmasında en büyük engel, HDP’nin yüzde 10 barajına rağmen mecliste olması ve halen de oylarının düşmemesinin yarattığı rahatsızlık ve travma. Devlet aklının merkezi o yüzden bu yeni yönelime ikna edilmiş durumda gözüküyor.

28 Şubat darbesini post modern bir mühendislik diye ilan edenler, şimdi yüksek mühendisliğin âlâsına soyunuyorlar. Aynı vakayı görüp bu kadar farklı yorumlamak demokrasinin işareti değil herhalde. Adeta aynı otu yiyip, atın otumsu, ineğin sıvımsı, keçinin de bilyemsi dışkılaması gibi farklı dışavurumlarla karşılaşmak insanı hayretlere düşürüyor.

12 Eylül anayasasının değişmesine zamanında evet dediysen, AKP’yi eleştirmen mümkün değil şeklindeki çürük varsayım da güncel gelişmeler karşısında lime lime oldu. Ve nihayet toplumsal muhalefet bütün renkleriyle yan yana geldi. AKP- MHP blokuna karşın Kürt siyasi hareketine mesafe koymaya dayanan ulusalcı yaklaşımsa “herkesin hayırı kendine” diyerek daha baştan koordinasyonun kendisini sahici olmaktan çıkarıyor.

İşimiz kolay değil, seçimlere girebilme hakkını kazanabilmiş tek bir sosyalist partinin olmaması örgütlenme konusundaki zaaflarımızı ve atmamız gereken adımları özetliyor. Bu referandumda biz bir değerler silsilesini savunurken karşımızdaki bloğun çıkarlar dünyasına dayanması, bizi ahlaken üstün ve avantajlı kılıyor. İktidar gibi insanları kaos ve belirsizliklerle korkutamazsanız korku saf değiştiriyor. Yalnız değiliz birlikte başarabiliriz. Bunun için “Bir Hayır Yeter” Bu oyunu bozmak hepimize farz olsun.

PAYLAŞ